“Kokuların öyle bir inandırıcılığı vardır ki, sözden, gözle görmekten, duygudan iradeden daha güçlüdür."
On sekizinci yüzyıl Fransa'sında geçen bu roman, sizi kokuların gizemli ve büyüleyici dünyasına götürmekle kalmıyor; parfümün oluşum sürecindeki ayrıntıları damla damla sizlere aktarıyor. Gübre kokan caddelerden, nemli yorganlara, mezbahalardaki pıhtılaşmış kan kokusundan çürümüş tahta kokan merdivenlere, son derece gerçekçi anlatımıyla, burnunuzun etrafında beliren bir koku yelpazesiyle başlıyor roman. Jean Baptiste Grenouille, en ağırından en kuytuda kalanına kadar, üstün koku alma yetisiyle tüm kokuları alabilen, aldıkça onların derinine inen ve indikçe onları yaşarken, tek alamadığı kendi kokusudur. Bu yarım kalmışlık, onu kendinden geçirip tutkularının peşine sürüklerken bir yandan da katile dönüştüren bir arayıştır.
Birçok toplumsal kuralı ortadan kaldıran bir sona sahip bu roman, herkesi şaşırtan, düşünmeye, sorgulamaya, sorguladıkça da mantıksal değerlerden uzaklaştıran sonuyla, bence edebiyat tarihinde farklı bir yere sahiptir.
"Her yeni kente geldiğinde yolcu, bir zamanlar kendisinin olduğunu artık bilmediği bir geçmişini bulur yeniden: artık olmadığın ya da sahip olmadığın şeyin yabancılığı, hiç senin olmamış yabancı yerlerin eşiğinde bekler."
Her bir cümlesi altı çizilecek değerde olan, kullanılan kelimeler, irdelenen konular tekrar tekrar okudukça zihninizde farklı bir anlamlar kazanacak kadar derin bir kitap, Calvino’nun Görünmez Kentler’i. Marko Polo'nun Kubilay Han'a gezdiği kentleri anlatmasını konu alınmış. Tüm kentlerin isminde birer kadın adı kullanılmış, hiçbiri gerçek değil ama sanki bir kentin dağılmış birer parçaları gibiler. Düşsel betimlemelerin yer aldığı bu kentler aynı zamanda arzuların ve anıların bulunduğu ortak noktalar olarak anlatılmış. Başladığınız zaman elinizden bırakmak istemeyeceğiniz, çok farklı bir başucu kitabı.
“Bütün dünya, benim için yalnızca seninle ilintili olduğu ölçüde varlık kazandı...”
Çocuksu heyecanlardan hayranlığa, hayranlıktan tutkuya dönüşen tek taraflı bir aşkın hikayesi, okuduğum en gerçek, en etkileyici aşk hikayelerinden biri, Stefan Zweig ‘in “Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu”. Birini yaşama sebebi yapacak kadar ona bağlanmak, onu saplantıyla sevmek masumca bir aşkı, acıklı bir hikayeye çeviriyor. Yıllarla eskimeyen, kalp kırıklıklarıyla güçlenen bu aşkı Zweig bize kadın karakterin iç dünyasından aktarıyor.Aynı zamanda yazar olan R.’nin isimsiz bir mektup almasıyla başlıyor her şey. Bu mektup bir bebeğin ölümünü haber verirken, her satırında aşk acısı çeken bir kadının duygularıyla dolu...Stefan Zweig, bu kitapta aşkın psikolojik çözümlemesini yaparken tek taraflı oluşunu, karşılıksız sevginin boyutlarıyla bize gösteriyor.
“Güzel ama, hayatla barışmak benim istememle olmuyordu. Bu, bir adamın kendini öldürmeye kalkışmasına, kızının da gelip elinden tutarak: “Baba, şu istemediğin hayatı hiç olmazsa benim hatırım için koru!” demesine, onunda intihardan vazgeçmesine benzemiyordu. Mesele daha karmaşıktı.”
Deliren bir Osmanlı prensesinin Adana’ya yerleşmesiyle başlayıp, Paris sokaklarında direnişçilere ait sokak isimlerini bulmak isteyen yazarın İsyan’la karşılaşmasıyla gelişir her şey ve biz kendimizi birden 2. Dünya Savaşı’nın acımasız yıllarından kaçarken buluruz. O yılların birçok aşkı, umudu ve yaşamı sonlandırmış düşünce yapısıyla yıkılan bir hayat… İki kuşak arasında baba-çocuk ilişkisini çarpıcı ve bir o kadar da acınası bir şekilde okuyoruz. Kendi babasını kaybetmenin üzüntüsüyle hayata küsen İsyan ve dönemin zor şartlarında mahkumiyet duygusuyla yirmi yedi yıl aradan sonra kendi kızına kavuşması.
Derin ve bir o kadar da hassas gelgitlere sahip olan bu romanda karakterler o kadar gerçek ki başından sonuna kurgusu içinde kaybolup kendimi en yakın limana atıyorum… Clara ve İsyan’ın aşkı, en büyük ideali oğlunun direnişçi olması olan bir baba ve babanın kaybıyla içinden çıkılamaz keder bulutu, kliniğe kapatılıp kızından ayrı kalan ve gerçek direnişi o zaman gösteren İsyan’ın hayatı.
“Tüm zekamızı, tüm duygularımızı, tüm tutkumuzu şimdi değilse de zamanla birbirinin eşi olacak şeyleri birbirinden ayrıştırmak için harcıyoruz, bu yüzden hp pişmanlıklarla, kaçırılmış fırsatlarla, doğrulamalarla, onaylamalarla ve yakalanmış fırsatlatla doluyuz…”
Günlük yaşadığımız sıradan olayları, ifade etmeye çalışıp bir türlü doğru cümleye yerleştiremediğimiz duyguları o kadar güzel anlatmış ki, her cümlenin altını çizdim diyebilirim. Bir intihar sahnesiyle başlayan roman, genç çiftin sıradan hayatını, evliliğe bakışlarını, aile sırlarını konu alıyor.
“Tüm hayat yalan gibi gelir gençken.Diğer insanlara olanlar, yoklular, felaketler, cinayetler hepsi bize çok uzaktır, sanki yoklarmış gibi. Hatta bizim başımıza gelen şeylere bile bir kez olup bittikten sonra yabancılaşırız. Tüm hayatı boyunca böyle olan insanlar vardır, sonsuza dek genç olanlar; büyük tahlisizliktir. İnsanlar anlatırlar, konuşurlar, söylerler, kelimeler bedavadır ve bazen kendiliğinden pervasızca taşarlar insandan… “
” Gülmek, dostluk için hiç kötü bir başlangıç sayılmaz; dostluğu sona erdirme yollarınınsa en iyisidir.”
Oscar Wilde’ın tek romanı olan Dorian Gray’in Portresi ruh ile dış görünüşün çelişkisini gözler önüne seren, çarpıcı bir klasik. Güzelliği ve naifliğiyle etrafındakileri büyüleyen Dorian Gray’in acımasız bir katile dönüşüşünü, her geçen gün kirlenen ruhunu masum yüzüyle kapatışının öyküsünü okuyoruz. Kitaptaki her cümle altı çizilesi nitelikte olduğu için kalemi elinizden bırakmamakta yarar var, özellikle Lord Henry’nin, hayatın gerçeklerini tüm açıklığıyla dışavurduğu cümlelerin her biri, ders alınası anlamlar taşıyor. Kesinlikle birden fazla kez okunması gereken bir klasik haline dönüşen bu roman, son sayfasını da kapattığınızda, sizi vicdanınız ve hatalarınızla başbaşa bırakıp, düşüncelere dalmanıza sebep oluyor.
“Neyim var da uyuyamıyorum?”diye düşünürdü dalgın dalgın.” Beni uykumdan eden bu çocuğun omzuma dayalı başı olamaz, ondan daha ağır başlar taşıdım ben…”
Dönemin düzenine biraz aykırı konular seçen, kendi hayatını, içinde yaşadığı karmaşayı eserlerine yansıtan Colette, kendine has şiirsel diliyle en sevdiğim Fransız kadın yazarlar arasındadır. Aynı zamanda bir aktris olan Colette, sahneden ve yaşadığı kalp kırıklığından beslenerek eserlerini oluşturmuştur. Erotizm ve iç monologlar eserlerinin temel özelliklerindendir. “Cicim”, üvey oğluyla yaşadığı ilişkiden yola çıkarak kaleme aldığı genç bir yakışıklıyla ondan kırk yaş büyük bir kadının ilişkisini anlatmaktadır. En çok etkilendiğim, kalbime dokunan aşk romanlarının başında gelir.
“Sanıyorum ki, pişmanlık, yaptığımız bir kötülükten değil, kendimizi suça eğilimli bulmamızdan kaynaklanır. Bedenin üst yanı eğilip öteki yanına bakar, yakışıksız bulur onu. İğrenir, işte pişmanlık diye buna derler.”
Italo Svevo, Kafka’yla aynı dönemlerde yazmış, Joyce tarafından çevirisi yapılıp, ancak son kitabı olan “Zeno’nun Bilinci” ile üne kavuşan 20.yüzyılın en önemli yazarlarından biri. “Zeno’nun Bilinci”; gittiği psikanaliz tedavisinin işe yaramadığı düşüncesiyle doktorun parasını ödemeyen Zeno’nun tuttuğu defterin, doktoru tarafından yayınlanmasıyla başlar. Tamamen ironik bir anlatımla toplumun tüm kesimlerini eleştiren bu romanın temeli insanin hayattaki yaşama yeteneksizliğine dayanır. Zeno tam bir anti-kahramandır; İki yüzlü, yeteneksiz ve hiçbir işe yaramayan. Babasının ölümünden, evliliğine kadar her şey ironik bir temele dayandırılmıştır.
“Yaralar vardır hayatta,ruhu cüzzam gibi yavaşyavaş ve yalnızlıkta yiyen,kemiren yaralar.”
Sizi kendi derinliğine çekmesi kaçınılmaz olan Kör Baykuş, çok derin uçurumlarda, hayatla ölüm arasında o incecik çizgide gezinen bir kitap. Kahramanın yaşadığı zihin uyuşukluğunu, rüyada olma halini içindeki susuzluğu okuyucuya çok gerçekçi bir biçimde yansıtan Sadık Hidayet yaşamak ve yaşamamak sorgusunu gün yüzüne çıkarıyor. Ölümün hayat içindeki sıradanlığını şu cümlelerle anlatıyor. “Bir canlı cenazeydim artık; ne beni diriler dünyasına bağlayan bir şey vardı, ne de ölümdeki unutmadan,huzurdan yararlandığım.” Kitapta aynı karakteri birçok farklı vücutta, suratta görürken zamanın da son derece belirsiz olduğunu görüyoruz. Hayatta bir gölgeymiş gibi yaşayan baş karakter, herkesin taktığı maskeden yaptığı rolden sıkılmış ve hayatın boşluğuna kendini atmış. Bir gölgeymişçesine yaşıyor hayatı…Son olarak kitabın ana kurgusunda yer alan testi imgesi, bize Ömer Hayyam’ı anımsatmadan geçmiyor.
“Ama ben suçlu değilim dedi,” dedi K. Burada bir yanlışlık var. Aslında bir insan nasıl suçlu olabilir? Nihayet burada hepimiz insanız, birbirimizden farkımız yok.”
Bir otoritenin kontrolünde tek tipe dönüştürülen ve tepedekiler tarafından insani değerlerden, düşüncelereden uzaklaşanlara dışarıdan bakıyoruz. Joseph K'nın soyadını bilmiyoruz aslında farketmiyor toplumdan herhangi biri olması yeterli bu da tepedekilerin toplumu tek renk gördüğünün en güzel örneği. Kafka, günümüz sorunlarından olan sorgulamadan kabul etme ve köleleşmeye duyduğu tepkiyi kişiselleştirerek kaleme almış. Aynı zamanda kitapta bahsedilen kurum ve kavramlarda derin anlamlara sahip mesela mahkemeye bambaşka bir açıdan bakıyoruz, asıl yargılanan yaşamımız, kimler tarafından yönetildiğimizi bile bilmiyoruz. Mahkemenin bizden tek istediği şey ise zayıflık. Bir diğer sorgulanan kavram ise, toplumu evrak bağlamında değerlendiren bürokrasi. İnsanoğlunun içinde bulunduğu kurumlarıyla bireyi esirleştirip, yok edişini eleştirmesinin arkaplanında da varoluş problemini görüyoruz. Okurken "ne kadar özgürüm" sorusunu sordurtan okumanızı tavsiye edeceğim hatta mutlaka okuyun diyebileceğim bir kitap.