Kabatepe’den bindiğiniz feribot yaklaşık bir buçuk saat sonra Kuzulimanı’na yanaşıyor. Ana karayla bu uzak mesafe Gökçeada’yı kimi zaman, özellikle çetin geçen kış şartlarında ulaşılmaz kılıyor. Eski adıyla Ιμβρος (Imvros) Temmuz 1970’de Gökçeada adını almış. Antik çağlardan beri yerleşimin olduğu tahmin ediliyor. Mesela Homeros, yazdığı İlyada Destanı’nda kimi yerlerde bahsediyor adadan:
Denizin derinliklerinde
Bozcaada ile sarp Imbros arasındaki
Uçurumun üzerinde
Bir mağara var, geniş ağzı açık
Poseidon yeryüzünü titretip
Atları orada durdurdu.
Halen Rumların ve Türklerin bir arada yaşadığı bir ada olarak biliniyor ama Rum sayısı geçen yüzyılın başıyla karşılaştırıldığında çok az. Nüfusun yüzde beşi, yaklaşık 300 kişi kadar Rum yaşıyor adada. Aslına bakılırsa 1923’de imzalanan Lozan Antlaşması’nda Bozcaada ile birlikte özerk bir statüye sahip olmuştu. Hatta Türk ve Yunan nüfusu arasında yapılan Mübadele dışında bırakılmıştı. Ne var ki 26 Haziran 1927’de çıkarılan bir kanunla her iki adada da Rumlar’a tanınan ayrıcalıklar kalktı ve işte Gökçeada’nın hüzünlü öyküsü de o zaman başladı. Başka uzun bir yazının konusu olabilecek sebeplerle de göç aldı, göç verdi.
Pek çok şey değişmiş olsa da ada otantik görüntüsünü kimi yerlerde halen koruyor. Ve bunu yakından görmenin yolu adanın köylerini gezmekten geçiyor. 245 kilometrekarelik adada yaygın bir toplu taşıma imkanı olmadığı için mutlaka bir araca ihtiyacınız olacak.
En çok Rum nüfusunun yaşadığı Tepeköy veya Yunanca adıyla Agridia, adanın en yüksek noktası. Merkeze 11 km uzaklıkta. Kıvrıla kıvrıla yukarı tırmandığınızda yolun sağında bir yerde eski şapeli fark edeceksiniz. Aslında adadaki köylerin hemen hepsinde bu küçük şapeller köylerin dışında inşa edilmiş bilinçli olarak. Böylelikle ölüleri uğurlarken, köy halkını rahatsız etmemeyi, ibadetlerini daha rahat yapabilmeyi amaçlamışlar. Birkaç sene öncesinde biraz daha sakin olan köyde Barba Yorgo Taverna harika bir restoran alternatifi olarak sizi bekliyor. Mezeler harika, sezonda canlı müzik de oluyor. Ancak öncesinde mutlaka rezervasyon yaptırmalısınız. Hatta restorana adını veren Yorgo’ya rastlarsanız sohbet etme imkanını da göz ardı etmeyin. 1960’larda İstanbul’da da yaşamış olan Yorgo size hem adanın tarihiyle ilgili enteresan bilgiler verebilir hem de o dönemin İstanbul meyhaneleriyle ilgili şeyler anlatabilir. Yorgo Amca bundan 15-20 yıl önce doğduğu köye dönüp burayı kalkındırmak için epey çalıştı. Evleri restore etti, pansiyonculuğu geliştirdi. Yıllar önce gittiğimde sadece Yorgo’nun Yeri olarak bilinen köy meydanındaki küçük restoranını bugünkü Yorgo Taverna’ya çevirdi.
Tepeköy, her yıl 15 Ağustos’taki Meryem Ana Panayırı’na da ev sahipliği yapıyor. Bu dönemde yurt dışından da gelen misafirlerle ortalık şenlik alanına dönüyor. Büyük uzun masalarda yeniliyor, içiliyor sohbet ediliyor.
Adalılar halen Türkiye’nin bir zamanlar en büyük köyüydü diye gurur duyuyorlar. Gerçekten Dereköy’e yaklaştığınızda yolun sağında ve solundaki tepelerde yükselen evleri gördüğünüzde şaşırmamanız mümkün değil. Bugün derin bir sessizlik içinde Dereköy. Her ne kadar yavaş yavaş eski sahipleri yazları dönüyor gibi olsa da halen virane evler, boş taş parkeli sokaklardan ibaret.
16. yüzyılda Piri Reis’in bahsettiği adadaki iki yerleşimden biri olan Dereköy’de evlerin arasında dolaşırken üzerine kilit vurulmuş ve kilidin bile çürüdüğü kapılar size her daim yakın tarihin acılı günlerini anımsatıyor. Eskiye dair bir şeyler görmek isteyenler için Dereköy’deki çamaşırhaneyi öneriyoruz. Merkez dahil adada pek çok yerde bulunan bu eski çamaşırhanelerden bugün en iyi durumda olanı Dereköy’de.
Bundan 20 küsür yıl önce adaya gittiğimizde akşamları kahve içmeye Zeytinliköy’e giderdik. Madam’ın Kahvesi küçük bir yerdi ve Madam hâlâ hayattaydı. Son derece zarif görünümlü bu hanımla, kahvemizi hazırlarken tatlı tatlı sohbet ederdik. Onca yaşadığı şeye rağmen misafirlerine gösterdiği özen beni hep şaşırtmıştır. Bugün Madam hayatta değil ama Zeytinliköy şirin café’leriyle adeta onun geleneğini devam ettiriyor. Mesela bunlardan biri Madam Stella’nın Garaj Kahvesi. 2014’e kadar Bay Hristo’nun mekanı olan café, bu tarihten sonra Madam Stella tarafından devranılıp Café Garaj’a dönüştürülmiş. Dibek kahvesi ve sakızlı muhallebisini mutlaka denemelisiniz. Zamanda bir yolculuğu anımsatan mekanlardan biri de Nostos Café. Nostos, antik Yunanca’da eve, vatana dönüş anlamına geliyor. Burada da harika tatlılar ve elbette lezzetli bir dibek kahvesi altenatifi var. Bana sorarsanız vaktiniz varsa farklı zamanlarda farklı café’leri deneyerek damak tadınıza en uyanı tercih edebilirsiniz.
Zeytinliköy’ün en büyük özelliği café’leri değil elbette. İstanbul Ortodoks Patrikhanesi Ekümenik Patriği ve İstanbul Başpiskoposu I. Bartholomeos da Zeytinliköy’de doğmuş. Bu sebeple de Zeytinliköy’ün diğer tüm Gökçeada köyleri içinde ayrı bir yeri var. Gökçeada’da köyler bu üçüyle sınırlı değil elbette. Ama ada hakkında bir fikir edinmek, kısa zamanda ada ruhunu hissedebilmek için bu üç köy mutlaka ziyaret edilmeli.
Mutlaka okuyun: 48 saatte Bozcaada